MEVSİMLERİN DE SONU VAR !
Ahmet Bey’in hayatı mevsimler gibi geçmişti. Onun ilkbaharı yirmi beş, otuz yaşlarında İzmit’ te bir devlet dairesinin çay ocağında başlamıştı. Arkasında dağ gibi duran eşi, bir kız bir erkek evladı vardı. Onun da hepimiz gibi hayalleri, umutları vardı. Çocuklarını çalışıp kazandığı helal parayla okutacak, kısmet olursa dişinden tırnağından arttıracağı parayla, iki odalı bir ev alacaktı. Çalıştığı devlet dairesinde samimi ve dürüst kişiliğiyle birçok arkadaş edinmiş ve kendini sevdirmişti. Arkadaşları onun hayallerini dinler, elinden hiç düşürmediği sigarasına kızar, onu hiç bırakmayan baş ağrılarına da bir anlam veremezlerdi. Hastaneye gitmesini söylerler, ama ona söz dinletemezlerdi. Eşi de onu bir türlü doktora gitmesi için ikna edemedi. Neden geçmezdi ki, o baş ağrıları? Daha hayatının baharında alıştığı sigara olabilir miydi sebep? Bilmiyor, öğrenmek te istemiyordu.
Yıllar yılları kovalarken, sonunda o çok istediği evini almış, ama yaşı da bir hayli ilerlemişti. Yaşamak Ahmet Bey için büyük bir mücadeleydi, yorgun düşmüştü ve artık dinlenmek istiyordu. Yıllarca her sabah, işe gitmek için, hava aydınlanmadan, sıcacık yatağından kalkar, koşa koşa işine giderdi. O küçük çay ocağında, çayın demlenmesini beklerdi. Demliğin üstündeki çay dibine çökene kadar, o bardaklarını hazırlar, buharı üstünde hemen dağıtmaya başlardı. Ahmet Bey’in demlediği çaylar “tavşan kanı” deyimini hak edecek kadar güzeldi. Çayı içen bir daha bir daha isterdi. Bazı günler çok yorulduğunu hisseder, sigarasını yakar, bir bardak çay da kendine doldururdu. Bu yorgun günlerin sayısı, yıllar geçtikçe artınca, emekli olma fikrini, daha da çok düşünür olmuştu. Ailesine daha fazla zaman geçirmek, çayını da hayatı boyunca onu yalnız bırakmayan eşiyle içmek istiyordu.
Artık Ahmet Bey’in sonbaharı belli etmişti, hüzünlü yüzünü. Baş ağrıları şiddetini iyice arttırmış, burnu da sık sık kanamaya başlamıştı. Söz vermişti eşine ve çocuklarına; şu emeklilik işlerini halledip, ilk işi doktora gitmek olacaktı. İşten yorgun geldiği bir akşam kararını verdi, emekli olacaktı artık. Emeklilik dilekçesini yazdı ve yemek masasının üzerine bıraktı. Erkenden uykusu gelmişti, yılların yorgunluğu diye geçirdi aklından, yatağına yattı ve uykuya daldı. Bunun sağlıklı son uykusu olduğunu, nereden bilebilirdi ki.
Gözlerini bir hastane odasında açmıştı. Yıllardır önemsemediği o baş ağrıları, sadık dostum dediği sigara ona ihanet etmişti. Artık bacakları tutmuyor, konuştuğunda kelimeleri anlaşılmıyordu. Felç gelmişti. Geçirdiği yüksek tansiyon atağı beyin damarlarından kanamaya neden olmuştu. Şimdi gelen kara kış onu çok yoracaktı. Bu yetmiyor gibi, yıllardır farkedilmeyen yüksek tansiyon, sinsice böbreklerini bitirmişti. Bir sabah doktorlar, Ahmet Bey’in yanına geldiler, bir an önce hemodiyalize başlaması gerekiyordu. Çaresizce kaderine boyun eğdi ve katater takılması için ameliyathaneye indirdiler. Ameliyathaneden çıkarken, boynundan takılan katater denilen şeyin, ne olduğunu anlamıştı. Hemodiyalize başlamıştı. Bu bilinmeyene yolculuk, onu oldukça endişelendiriyordu.
Ahmet Bey’le benim yolum, ailesinin onu evlerinin yakınındaki çalıştığım hemodiyaliz merkezine getirmesiyle kesişti. Ahmet Bey hemodiyaliz salonuna, tekerlekli bir sandalyeyle gelmişti. O gün den unutamadığım, yüzündeki derin bir hüzün ve endişe idi. Onunla tanışmak için yanına gittim. Adını sorduğumda bana dilinin döndüğünce cevap vermeye çabalıyordu. Kelimeler sanki yetmiyor, elleri ve gözleriyle anlatıyordu hayat hikayesini. Bu kısa zamanda nelerde geçmişti başından. Hiç bitmeyecek gibi yaşadığı ilkbahar, içini ısıtan, onu olgunlaştıran yaz ve şimdi hüzünlü sonbahar. Günler geçiyor, Ahmet Bey hemodiyaliz tedavisi ile yaşamaya ve hemşirelerine alışıyordu. Bu arada kolundan fistül ameliyatı yapılmış, 1 ay sonra koldan diyaliz başlamış ve boynundaki katater çıkarılmıştı. Fistülden hemodiyalize girmeye başlayıp, kataterden kurtulan hastalarımız, kendilerini yeniden dünyaya gelmiş gibi hissederler. Katater çıkınca artık istedikleri kadar banyo yapabilirler, çarşıda pazarda insanların meraklı bakışları olmadan rahatça dolaşabilirlerdi. Her ne kadar kollarına takılan iğneler canlarını acıtsa da, buna alışmaktan başka seçenek yoktur. Ben koluna iğnelerini takar, onu hemodiyaliz makinesine bağlardım. Dosyasını doldurmak için yanına giden hemşire hanımlar “seni makineye kim bağladı” diye sorarlardı. Yanaklarını şişirip gözleriyle beni gösterirdi, sonra göz göze gelir birbirimize gülümserdik. Kalbimi onun gülümsemesinin verdiği huzur kaplardı. O gülümseme benim bütün yorgunluğumu alır götürürdü.
Ahmet Bey, şimdi çok uzaklarda. bazen aklıma geliyor. Yüzümü yine bir tebessüm ama kalbimi bir hüzün kaplıyor. Çünkü o hayatını ailesine adamış, kendi dertlerini bir kenara atmış, koca yürekli bir baba, fedakâr bir eşti. Bir hemşireye duygularını, sözleriyle değil de gözleriyle anlatabilen, sevmenin dilinin olmadığını bana öğreten güçlü bir insandı. Mekanın cennet olsun…
Yayın Tarihi: 23/03/2017