Doç. Dr. Metin Sarıkaya
Nefroloji Uzmanı
S.B. Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi
BİR ZAMANLAR HEKİMLİK !
Sene 1991, aylardan Eylül, yer Sağlık Bakanlığı, Ankara. Fakülteyi bitirmişiz, mecburi hizmet kurasındayız. Adı okunan arkadaş, kalkıp kurayı çekiyor ve kağıdı resmî görevliye uzatıyor. Görevli kağıdı açıp yüksek sesle okuyor, okuduğu kötü bir yer ise salonda sessizlik oluyor, iyi bir yerse salon alkışlarla doluyor. Sonra sıradaki isim okunuyor,
Abdi Metin Sarıkaya, işte kader anı geldi, diyorum içimden. Çekeceğim yer tüm hayatımın yönünü değiştirecek, geleceğimi tayin edeceğim. Altı üstü iki yıl mecburen çalışacağım yer, ama bana öyle gelmiyor. İki yılı değil, tüm hayatımı değiştirecek gideceğim yer.
Kalkıp kurayı çekiyorum, kaçış yok geri dönüş yok. Görevli kağıdı okuyor; "Hatunsuyu beldesi sağlık ocağı, Battalgazi İlçesi, Malatya". Salonun yarısında alkış, diğer yarısında sessizlik. Aynı şey bende de oluyor, sevinsem mi, üzülsem mi anlamıyorum. Doğunun başı, batının sonu. Ne tam doğu, ne tam batı. Dönüp yerime oturduğumda Şırnak’ı çeken arkadaş "hadi iyisin, çok iyi yer çektin" diyor, İzmir’i çeken arkadaş "tüh ya, hiç olmazsa Ankara’ya yakın bir yer çekseydin" diyor. Ağrı’yı çeken ise; "oğlum yaşadın lan, hem hatun hem de su var, Hatunsuyu keşke bana çıksaydı valla",diyor.
On beş gün sonra Malatya’dayım. Önce Battalgazi’yi sorup oraya gidiyorum. Oraya gidince Hatunsuyu minibüsüne biniyorum.
Belde dedikleri kasaba, yani ne köy ne de ilçe. Üç bin nüfuslu bir yer. Şoföre doktor olduğumu, sağlık ocağının nerede olduğunu soruyorum. Şoför şaşkınlıkla; "doktor mu, ağam doktorun burada ne işi olur, hem sağlık ocağı falan yoktur ki burda, sadece eski bir ebe lojmanı vardır, hele bir oraya sor bence" diyor.
Şoförün tarif ettiği ebe lojmanını, toz toprak dolu yolda yürüyerek buluyorum. Kasabanın en dışında, iki katlı, bordo boyaları yer yer dökülmüş, eski bir bina. Demir dış kapısı paslanmış, gıcırtı ile açıyorum. Ufak bahçesi otlarla ve dikenlerle dolmuş, iki penceresinin camları kırık, kapısı toz duman içinde ve harap olmuş bir yer, uzun zamandır kimse uğramamış belli ki.
Kuraya göre burada sağlık ocağı olması lazım ama yok. Kafam karıştı iyice. Kasabanın içine doğru yürüyorum, ileride belediye binası yazan bir yer görüyorum.
Belediye binasına gidiyorum, kapıda bıyıklı uzun boylu genç bir adam, ona soruyorum, "ben buraya tayin olan doktorum, belediye başkanı ile görüşmem mümkün mü?" Genç adam "Doktor mu dedin ağam, başkanımıza hemen haber edeyim, vallahi o da sizi bekliyordu, gelin çıkalım yanına" diyor.
Belediye başkanı beni mi bekliyor, nasıl yani, niye yani, ne alaka yani! Sen onca yıl oku, sonra bu kurak toz toprak içinde, tek asfalt yolu bile olmayan, Teksas filmlerindeki gibi tenha, her an bir köşesinde eli silahında düello yapan iki kovboy görebileceğin, Türkçeyi en kısa cümleyle ancak konuşabilen, henüz 23 yaşındaki bana ağam diyen adamların olduğu, ortalıkta ne hatun ne de su görünmeyen ama adı Hatunsuyu olan, sağlık ocağı diye atandığım ama ortalıkta ebe bile olmayan bu tuhaf yere gel, iyi mi?
Üstüne bir de belediye başkanı beni bekliyormuş. Genç adam hızlı adımlarla merdivenleri çıkarken ikide bir bana dönüp; "gel ağam gel, başkanım çok sevinecek, tez gidelim ağam" diyor. Biraz sonra başkanın odasında oturup, hemen getirin dediği kahveyi içerken, başkan bana buraya nasıl geldiğimi anlatıyor.
Doktorum, yaklaşık altı ay oluyor, bir gün biliyorsundur kendisi Malatya’lıdır, Başbakanımız Turgut Özal şehrimize teşrif ettiler. Sağolsun bütün belediye başkanlarını yanına çağırdı, tek tek sorunlarımızı dinledi. Ben dedim, "Başbakanım bizim doktorumuz yoktur, hemşiremiz, ebemiz, sağlık memurumuz yoktur". Allah razı olsun, yanında içişleri bakanımız vardı ona dedi, "not alın bakanım, ilk kurada başkan ne istiyorsa atamalar yapılsın". Sözünde durdu başbakanımız, diğer personeller geldi onları geçici olarak verdik, Battalgazi’de bekliyorlar. Sen de geldin tamam oldu.
"Başkanım, iyi güzel de biz nerede çalışacağız, sağlık ocağı yokmuş burada" diyorum. "O kısmı hazır doktorum. Belediye binamızda size beş oda ayırdım. Birinde sen kalırsın, ne istersen adamlarım emrinde. Diğer personelin hepsini Malatya’lı aldık, şehirden gelip gidecekler. Oğlum, bakın doktoruma bir kahve daha getirin".
"Sağolasın başkanım kahvemi içtim, biraz su varsa alırım".
"Su getirin oğlum doktoruma. Su dedin de doktorum, belediyemiz her gün iki tanker su getiriyor Malatya’dan. Bir şebeke yaptıracağım inşallah".
Dedim ya, burada ne hatun ne de su var. Haklıymışım. Tüm kasabalı bidonlarla gelip, suyu belediyeden alıyormuş. Hatun kısmını sorarsanız, kasabada hepsi örtülü, eşleri kadınlarını muayene bile ettirmiyorlardı. Doktorda olsa erkek eli değmesi günahmış. Benim çocukluğum hiç Türkçe bilmeyen babaannemle geçmiş, ondan duya duya beynim kendiliğinden Kürtçeyi anlıyor olmuştu. O kasabada erkekler Türkçe biliyor, ama evinden bile çıkmayan kadınlar ve yaşlılar sadece Kürtçe biliyordu.
Düzeni kurup hasta bakmaya başladığımda, hep tercümanla gelen kadın ve yaşlılar doktorun Kürtçe bilmesine şaşırıp kalıyordu. Benim de çocukken öğrendiğim bu dili ileride konuşacağım hiç aklıma gelmezdi. Kısa sürede kendi dillerini anlayan bir doktorun geldiği haberi kasabaya yayıldı. Oradaki insanların hiç anlatamayacağım bir gururla beni sevmeleri, her gün bir evin bana yemek yapıp getirmeleri veya evlerine davetlerini kabul etmemden duydukları sevinci, gittiğim her evde fakirliğe rağmen heyecanla ne varsa önüme koymaları, eskimiş yamalı giyimli çocukların karşıma dizilip hayranlıkla beni seyretmeleri ve onlarla aynı dille şakalaşmalarımız, özellikle yaşlılarla çok ilgilenmem ve ellerini öpmem onların hem sevinç hem de gurur duyarak beni sevmeleri, bu küçük beldede gördüğüm saygı ve hürmeti hayatım boyunca unutmam mümkün değil.
Orada kaldığım sürede başkan hergün beni çağırır, birlikte kahve içerdik. Şu hayatta yaptığım en büyük şey, senin gibi sevgi dolu bir insanı buraya getirmektir, derdi. Başkanım ne yapıyorsam, sen tekrar seçimi kazan diye yapıyorum, derdim, şakalaşırdık. Beni kendi evladı gibi sever, eğer bir eksiğin varda söylemiyorsan seni evlatlıktan silerim, derdi. Böyle yüce gönüllü bir insanı hiç tanımamıştım.
Sürem bittiğinde uzmanlık için Antalya’yı seçmiştim. Ayrıldığım gün yüzlerce insanla, en başta başkanla gözyaşlarıyla uğurlandım. Antalya’ya gelip asistanlığa başladığımda, artık her istediği ayağına getirilen, herkesin sevip saydığı bir doktor değil, çömez asistan olarak sürekli hocalarımın ve kıdemli asistanların emri altında ezik ve gelen hastaların bir hiçmiş gibi gördüğü, yine öğrenci durumuna düştüğümde Hatunsuyu’na geri dönmek için çok ağladığım oldu. Şehir insanı ile kasaba insanı arasındaki farkı görebilmek ve anlayabilmek, benim yaşadıklarımı yaşamayan biri için imkansız birşeydir. Oradaki yaşam ile şehirdeki yaşam arasında, ayrı bir gezegende astronot kıyafeti ile yaşamak kadar anlatamayacağım bir fark vardır.
Sonraki hayatımda nerelerde çalışsamda o kasabadaki mutluluğu ve bir doktora gösterilen insanüstü sevgi ve saygıyı hiç göremedim...
Yayın Tarihi: 20/04/2019